Cennetten Bir Elma Düşer Dünyaya :1905

Yirmi beş kasım bin dokuz yüz  beş. Muhtemel bir cumartesi sabahı, gecesi ya da öğleni kim bilir, kim bilebilir varlığına ol diyenden başka, annesi, belki bir de annesi bilir. Bilsin.  Fatma Meliha Hanım bilmeli onu, kalbinin ciğer paresi çünkü Miralay İsmail Hakkı Bey de bilsin, göz nuru bir kandil daha yandı muhtemel cumartesi sabahı! Bildiklerimizin uzağına düştüğümüz şu anlarda bilmediklerimiz cennet olup kalbimizde zuhur eder belki. Bilmediklerimizi bildiklerimize bölsek kalansız bir yaşama sevinci elde edebilir miyiz acaba? Bunu da kimse bilemez! Bilmesin.

Kalbine hasret gömülü doğan bir çocuk o, gönlünü han yapıp hancılığa talip olan bir hasretzede. Tüm mümkünlerin idrakinde el ele tutuştuğu, konuşurken ve susarken mütemadiyen yorulan bir çocuk o!

Kulağına ezanı kim okudu acaba küçük Samihâ’nın, ismini kim devşirdi dudağından kalbine, bu da dursun bilinmezler arasında. Adın ay gibi, adın güneş, adın bir iklimin, dört mevsimde bir gelen baharın muştusu gibi, gelecek hayatındaki mütefekkir rolünün giydirildiği gün senin adın! Anlamı neydi sahi Samihâ’nın? Eli açık, cömert diyor lügatler desinler, doğru söylediklerini onlar nereden bilirler? Bilmezler, olsun, bunu da bilmesinler!

Doğan her çocuk gibi küçük Sâmiha’da büyümeye hevesli, elleri kalem tutacak mesela, bir dergâhın tozunu yutacak, aklına sinmiş dünya çamurunu kalbinin musluklarında yıkayıp paklayacak, zaman onun da saçlarını tutam tutam aklayacak!

Duvarların sesi çok, uyku yok gözlerimde: Şehzadebaşı Konağı

Sesler… Sesler biliyorum kalbimde birikip dilime dolan, sesler biliyorum kulaklarımdan gönlüme akan.  Bir buçuk yaşında bir çocuk neden uyumak istemez diye soruyorum kendime, uyuyarak büyüyenlerdendim ben de.  Uyusun da büyüsün masallarının ortasında yaralarımızı emziriyorduk uykuyla uyanıklık arası belki, siz sahi, siz bir buçuk yaşında hangi yaranın geliniydiniz de, uyku tutmuyordu gözlerinizi? Derdiniz neydi? Bir çocuğun oyundan gayrı ne derdi olabilirdi? Fazlaca soru kovalıyor aklım küçük ölüm söz konusu olunca, hem gündüz uykusunu ben de hiç sevmedim!

Uyumadınız. Şehzadebaşı Konağı ahalisi ne yapsa uyutamadı sizi, mütemadiyen çevrenize anlar gözlerle baktınız, dinlediniz. Sahi, kalbinizle dinlemeyi o yaşta mı öğrendiniz?

Fatma Meliha Hanım’ın ninnileri, biliyorum ki ahret kulağınızda hâlâ. O ninnilerin manasını kavramak idrakinizin ilk düşünce mayalanmasıydı. Nasıl anlatıyordunuz bunu: “Adeta ilahi bir zevkle dinlediğim ninni – kov bostancı danayı yemesin lahanayı- derken bostancının danayı çitten mi yoksa kapıdan mı kovaladığını düşünüyordum. Yahut aynı sesler elma yanaklı bebek ninnisini söylerken bebeğin yanağının elmaya benzediğini değil de, elmadan bir yanağın nasıl olabileceğini kendime soruyordum.”1

Kalenderhâne mahallesindeki Şehzadebaşı Konağı’nın yüksek tavanları anlatsa keşke sizi bize, sahi duruyor mudur konak yerinde, yoksa çoktan başımıza tavanı düşecek evlerin himayesine mi terk etti yerini?  Oysa o mahalleden kimler gelip geçti: Viyana Sefiri Galip Bey, Evrenoszade Şehine Hanım, Selehaddin Molla, Şam Valisi Naşit Paşa, dedeniz Hilmi Bey’in kardeşi Meclis-i Maliye Reisi İbrahim Efendi… Ev dolu, mahalle dolu, insanlar bunca dolu iken, sizin kalbinizin ve dimağınızın boş kalabilmesini düşlemek ne mümkün! Ancak biliyorum ki çocukluğunuzun birlikte geçtiği bunca nitelikli insandan ziyade, doğumunuzda sol köşenize iliştirilen ve dünyadaki en kıymetli insan süsü olan kalp, Rahman’ın sofrasında muhakkak ak bir bulut huzmesiyle yunmuştu. Böyle inanmak istiyorum ve dahi inanıyorum da!

Kalabalık bir senfoni, eve sürekli gelip giden sıfatları ve rütbeleri dolgun insanlar… Küçük Samihâ’nın kulakları hep kabarık büyüklerin sözlerine, kalbi hep açık Rahmetin divanına… Böyle işte zaten çocukluk dediğimiz mesele; “ Çocukluğunu en küçük yaşından itibaren hatırlar olmak iddiası hakikat sanılan masum bir vehimden ibarettir”2

Küçük Samihâ’nın zeka ışığına annesi ve babası birer kandil yakıp bırakmıştı muhakkak ama en çok anneannesi Halet Hanım’dan yük devşirmişti dimağına, kalbine, sözüne… İyi ki vardı Halet Hanım. Di’li geçmiş bir zamanın cümlelerini yazıyor olmak kalbimi yoruyor aslında, o yüzden düzeltiyorum cümlemi; iyi ki var Halet Hanım! Ne çok seviyordu sizi, bir kuğunun suya olan muhabbeti, bir serçenin bahar dalına olan sevgisi gibi… Ya babanız, oğluna olan sınırlı yakınlığını sizden mi çıkarıyordu acaba? Sizi şımartmak; İsmail Hakkı Bey’in sınırları ihlal edişi, kalbini kafesinden öteye bırakışı… Babanız akıp giden bir nehirdi sanki yatağını siz de buluyordu, sizden akıp gidiyordu merhametin diğer adına. Ne güzel babaydı İsmail Hakkı Bey, dedeniz Hilmi Bey sonra… Ağabeyiniz Ekrem Hakkı, babanızın kendisine olan uzaklığını sizde çiğneyişine alındı mı acaba? Alınmamıştır biliyorum, o da çok sevdi zira sizi…  Şımardınız mı bunca sevgiyle, annenizin buğulu bakışlarıyla karşılaşıp gözlerinizi hiç kaçırdınız mı mesela? Bazı çocuklar ileriki yaşlarının alametini gözlerine yüklüyordu, bir oyuncağın yok oluşuna ağlamıyordu aslında çocuk, gelmemiş bir vaktin hezeyanına teslim oluyordu o kadar! Sonra sözlerine yüklüyorlardı, büyümüşte küçülmüş diyorlardı adımıza, öyle değildi halbuki sözler bir yara gibi batıyordu çocukken de içimize, kabuğumuzun sertliği bundandı belki. Sert miydi sizinde dışa açılan çocukluk pencerenizin pervazı, sessiz miydi yazdıklarınız kadar? Çocukluğunuzda bir şey bulamıyorum Samiha Anne, kendi çocukluğumu mu arıyorum bilmiyorum, olmayacak duayı aminlemek düşüyor aklıma, utanıyorum!

Nizâmın Kalbi Halet Hanım’da Atar Ritmini Samiha Ayverdi Alır

Eski İstanbul gravürlerine bakıyorum, Galata Kulesi’nin gölgesinde aheste yürüyen çarşaflı hanımların zarafeti, peçeleri, şemsiyeleri… Birkaç yüz yıl geç doğmuş olmanın hayıflanması kalbimi yoruyor yine, hiç birimizde yok o zarafetin gölgesi sanki hepimiz bir örnek geziyor ve birbirimizin nizamını kopya ediyoruz o kadar! Ya siz? Anneanneniz Halet Hanım’ın Sultan Aziz’in kızı Saliha Sultan’ın sarayına davet edildiği günü dün gibi tutuyorsunuz hatırınızda değil mi? Halet Hanım’ın çengelli iğnelerle elbisesinin kuyruğunu toplayışını, üzerine çarşafını giyip, arabaya binişini… 3 Aklınız anneannenizin gölgesinde biliyorum, dolabınız onun ki gibi lavanta ve gülün muhabbetine mi teslim? Çocukluk yıllarınızda anneannenizden aldığınız nizam hayatınızın her alanında ritmini koruyarak bir şükür vesilesi oldu dilinize. Her insanın bir şükür vesilesi olmalı nihayetinde. Görünenin düzeni görünmeyenin iç tüzüğünü hissettirmeli kalbe… Masam fazla dağınık Sâmiha Anne! Benim nizamıma kim vesile olacak acaba? Kalbim? Kalbime kefil değilim, hem de hiç değilim!

Hangi eşyanız nerede iyi bilirdiniz, çünkü kalbinizin keşfiyle rızıklandırılmış bir ruh taşıyordunuz suretinizde.  Tarif ile elle konulmuş gibi bulunan her eşya nasıl özendiriyor beni bir bilseniz. Keşke diyorum kalbimin yerini tarif etseniz? Bitse bu aramak hali, bulmak vuslatıyla karşılaşsam artık kurduğum cümlelerin birinde. Kaybedip kaybedip bulmasam kendimi bunca, bulduğumu tekrar kaybetmesem sonra, bir parça istikrar, bir parça merhamet devşirsem içinizden içime… Çok şey istiyorum değil mi, olmayacak şeyler değil ama! Bu da benim küçüklük hastalığım mesela, olmayacak hiçbir şeyi istememeyi öğrendim ben. Belki de olması için kati suretle istemek gerekti! Sizin gibi…

Meşrutiyette Ölüm Tutulması: 1909

Aynalar gelip geçiyor, aynalar tarihin izbesinde, kulak misafirliğinizi, göz aşinalığınızı temrinliyor. Siz Osmanlının son dönem çocuklarındansınız, bu yüzden tarih saçlarınızda konaklıyor. 1909 yılının kışında çok üşüdünüz mü sahi, henüz dört buçuk yaşında bir çocuk olarak meşrutiyet dedikleri iktidar gözcüsü hareket, evinizde nasıl rüzgârlar estirdi? O zaman da kardeşler birbirine siyaseten kırdırılıyordu değil mi? Hâlâ böyle buralar Sâmiha Anne, 31 Mart vakasından bu yana ülkede pek bir şey değişmedi aslında!

Aklınızda kalan o konuşma, babanızın “asmaya götürüyorlar” deyişi ve ilk kez öldürmek ve ölüm üzerine mülahazalara girişmeniz kalbinizle, o zaman çocuklar ne çabuk büyüyordu, sizin gibi.  Ölüm vardı ve haktı amenna! Ama öldürmek… Öldürmek niye vardı bunu anlamak güçtü, hâlâ güç! Yok etmek daha doğrusu yok ettiğini sanmak bir çözümün ucundan kıyısından toplanmış hali miydi, inanmıyorum buna! Öldürmek insanın kalbini içinden kapı dışarı etmesi gibi, öldürmek hesabı güç bir işlemi amel defterine kaydetmek gibi…

Hayatınızdan bir ölüm daha geçmişti değil mi, Hak eliyle dedenizin ölümü girmişti evinize. Dedenizin uyuduğu karyola yoktu yerinde hani, yokluk göz bebeklerinize bağdaş kurmuştu, sormamıştınız kimseye, anlamıştınız. Ölüm, mealini geride bırakan bir cümle gibiydi, gözleriniz tefsirini yapmakta gecikmemişti. Hilmi Bey yoktu ve hayat çok daha zordu. Asılacak olanlarsa yok olmaktan ziyade yok ediliyorlardı.  14 Mayıs’tı, tarihin bir eksiği kadar kişi Divan-ı Harb’ten ölüm mazbatasını almıştı.  İdam sehpaları kaynıyordu İstanbul’un dört bir yanı; Ayasofya Meydanı, Sultanahmet  Adliyesi, Beyazıt Meydanı, Beşiktaş… Her yer ölüm kokuyordu o sabah. Abdulhamit düşmüştü, yönetim el değiştirmişti. Hareket ordusu 31 Mart vakasının tozunu alıyor, Mustafa Kemal tarih aynasına çıkıyordu. Peki ya siz, çocukluk düşlerinizi hangi yastığın altına emanet edip, dilinize oturan bu ağrılı tarih sahnelerini , aklınıza kaçıncı hüznünüzle kaydediyordunuz? Ölümü sevmiyordunuz bu kesindi, ne yani tüm sevdikleriniz ölecek miydi şimdi?

Bu ağrılı yaşamak düşlerinin üzerinden bir yirmi yıl geçince aklınız bu anlara kalbinizi devşirince şu cümleler dökülecekti içinizden: “ Nefsani ve şeytani ağırlıklarından boşalmış olanlar için yok olmak diye bir azaplı gaflete düşmeklik olmadığını öğrenmiştim”4

Biliyordunuz artık ölmek yok olmaktan ziyade yeniden doğuşun resmi, kabir bir ana rahmiydi aslında. Ama öldürmek eminim ki yirmi yıl sonra bile içinize sinmedi, hiç sinmedi hem de!

Kağıt ve Kalem Seferinde İlk Yolculuk: Mahalle Mektebi

Gökyüzü ve yeryüzü; geceyle gündüzü birbirine yamayan iki iğne, iki iplik, iki can… Arasında siz varsınız ve herkes ikisinin arasında ulanmış bir yıldız grubu olarak bekliyor kaymayı. Kaymak diyorum, yol almak biraz, öyle değil mi sahi, hepimiz bir şeylerin sonuna doğru yol almıyor muyuz? Sonlar başlangıçların ulağı değil midir? Mesela siz, kalem ve kâğıda güzel Zarife’nin bilgeliğinden yol almıştınız.

Henüz beş yaşındaydınız, öyle ele avuca sığmaz afacan bir çocukta değildiniz üstelik anne ve babanız sizi niye bu kadar erken mektebe gönderme gereği duydu bilmiyorum. Belki de atiyi güzel gören gözlere sahipti ikisi de! Onların niyeti kulaklarınız doysundu lakin siz yetinmediniz. Kulaklarınızın ağırladıklarını, idrakiniz iğdiş etmeli ve kalbiniz hazmetmeliydi, bunun tek yolu küçük ellerinizin kalem tutması, elif be’nin kağıt üzerinde harf nöbeti tutmasıydı.  Zarife’nin defteri ve kalemi ilham oldu bugününüze, kulaklarım yetmiyor dediniz, yetmiyor kulaklarım, yazmalıyım!

Mahalle Mektebinin Hocası Yusuf kıssasını anlatmıştı hani de, içlenmiştiniz Yusuf’u kuyuya atan kardeşlerine. Ağabeyiniz Ekrem Hakkı Bey gelmişti belki de aklınıza o kendini kuyuya atar imkânı yok vermezdi sizi o kör kuyuya, öyle severdi kız kardeşini çünkü öyle muhabbetle ve sahiplikle…

Mektep Hocasının sözleri kulaklarınızdan geçip temiz aklınızda kayda alınmıştı da eve neşeyle geldiğiniz o gün dilinizden İsmail Hakkı Bey’in kulaklarına yol almıştı. Beş yaşında bir çocuk olarak ne demiştiniz sahi?  Küçük bir çağlayan sesi: “El küfrü milletin vahide”5 diye dalgalanmıştı evin içinde. Babanız bu sözün ardından dudaklarındaki muhabbet ateşini yanaklarınızda akan ırmakta söndürmüştü. Siz onun istikbalinin yegâne direğiydiniz ve hayalleri hiç boşa değildi!

1Bir Dünyadan Bir Dünyaya-Syf.3,1974

2 Bir Dünyadan Bir Dünyaya Syf.1 1974

3Ratibe Syf.55 1. Baskı 2002

4Ah Tuna Vah Tuna-Syf.130-3.baskı-2014

5Kâfirler bir milletir.

6 Maveradan Gelen Ses-Hicran Göze